Teaspoon Projects: Sanat ve Düşüncenin Kesişim Noktasında Yenilikçi Bir Platform

İstanbul doğumlu girişimci ve küratör Ilgın (Gigi) Sürel’in öncülüğünde hayata geçirilen Teaspoon Projects, sanat ile edebiyat ve yaşam arasındaki sınırları aşmayı amaçlayan, disiplinler arası bir platformdur. Pop-up sergiler ve özgün programlar aracılığıyla, sanatın ve hayatın iç içe geçtiği anları keşfediyor ve izleyicilere farklı duyusal deneyimler sunuyor. Londra’da gerçekleşen ilk sergisiyle uluslararası arenada dikkat çeken Teaspoon Projects’in kurucusu ile sanat yolculuğunu ve platformun vizyonunu konuşuyoruz.
Soru: Northwestern Üniversitesi’nde Fikri Mülkiyet Hukuku alanında yüksek lisans yaparken sanatla tanışmanız nasıl oldu?
İlginç bir şekilde, sanata olan ilgim her zaman vardı; annem küçükken bana “sanatçı minikkuş” derdi. Ancak, dokuz yaşımda resim yapmayı bıraktım ve bu kararın sebebi bilinmiyor. Hukuk yüksek lisansı için önce New York’a, sonra Chicago’ya gittim ve bu süreçte sanatı sosyalleşme ve kendini ifade etme aracı olarak görmeye başladım. Guggenheim Müzesi’nin Young Collectors Council’ına ve Chicago’daki Museum of Contemporary Art’da çeşitli komitelere katıldım. Başlangıçta bu desteklerim tamamen hobiydi; küratörlük veya koleksiyonculuk gibi bir niyetim yoktu.
Chicago’da bir etkinlikte, eserini yakından tanıma fırsatı bulduğum bir sanatçıyla tanıştım. Onunla sohbet ederken içimde yeni bir ilgi ve merak uyandı ve o akşam onun eserine teklif verdim. O günden sonra sanatçılarla kurduğum dostluklar hayatımda önemli bir yer tutmaya başladı. Çocukken hissettiğim gariplik ve diğerlerinin fark etmediği duygularım, sanatçılarla iletişim kurmaya başladıktan sonra yalnız olmadığımı fark etmemi sağladı.
Soru: İstanbul’dan Londra’ya uzanan kariyer yolculuğunuz sizi bir küratör olarak nasıl şekillendirdi? Kendi sanat yolculuğunuzda sizi en çok motive eden unsurlar neler?
İstanbul’da yaşarken, bienaller ve Contemporary Istanbul’a katılmak dışında sanata çok yakın değildim. Ancak, İstanbul’un yaratıcılığa ve yeniliğe olan katkısı büyüktür. Duygusal yapımız ve hızlı adaptasyon kabiliyetimiz, sanatı içselleştirmemize ve farklı kültürlerle kolayca bağ kurmamıza imkan tanır. Empati yeteneğim, hikâyeleri dinleme ve anlama arzum, beni motive eden en güçlü unsurlar arasında yer alır.
Soru: Teaspoon Projects fikri nasıl ortaya çıktı ve ilham kaynağınız nedir?
Kendi koleksiyonum ve sanatçılarla kurduğum yakın ilişkiler nedeniyle, sıkça “Kendi projeni yapacak mısın?” sorusuyla karşılaştım. Ancak, sırf yapmış olmak için yapılan sergiler bana cazip gelmedi. Geçen yıl, White Cube gibi prestijli bir galeriyle çalışırken, kendi içimde bir boşluk hissettim ve kendim için bir roman yazmaya başladım. Yazmak, kafa yapımı toparlamama ve sanatçı ilişkilerime yeni bir bakış açısı kazandırmama yardımcı oldu. Romanlar, dünyayı daha karmaşık ve çok katmanlı bir şekilde anlamamı sağlıyor; bu da bana sergilerin de böyle olması gerektiğini düşündürdü. Bir sergi, sadece eserlerin sergilenmesi değil, aynı zamanda izleyicinin aktif katılımını ve deneyimlemesini sağlayan bir alan olmalıydı. İşte bu düşüncelerle, Teaspoon Projects doğdu.
Platformumuzda pop-up sergiler düzenliyor, genellikle kariyerlerinin başındaki sanatçılarla çalışıyoruz. İşleri çeşitli şekillerde karıştırıyor, bazen performans, bazen yazı, bazen yemek, hatta parfüm bile kullanıyoruz. Amacımız, sergi mekânlarını daha sıcak ve canlı hale getirmek. Şu an Londra’da olsak da, farklı şehirlerde projeler yapmayı planlıyoruz; İstanbul ilk sırada yer alıyor. Teaspoon, bir oyun alanı gibi; her sergide yeni denemeler ve farklı yaklaşımlar ile sanat ve izleyiciyi bir araya getiriyoruz. Her zaman net cevaplar yerine, soru ve keşif duygusunu ön planda tutuyoruz.
Soru: Teaspoon Projects’in ilk sergisi nerede ve nasıl gerçekleşti? Küratöryel bakışınızı nasıl etkiledi?
İlk sergimiz, “A Thousand-Pointed Star” adlı etkinlik, Marylebone’de gerçekleşen bir hafta süren festivaldi. Açılış performansını, Müslüman olarak büyümüş İngiliz sanatçı Aliya Orr gerçekleştirdi. Parfüm atölyesi, dostum Cherry Cheng tarafından düzenlendi ve Jouissance markası edebiyat ve sanattan ilham alıyordu. Programda şiir geceleri, nakış ve yazı atölyeleri, Nina Gonzalez-Park ile sake ve tortilla eşliğinde yemek ve sanat etkileşimleri vardı. Bu deneyim, sergi mekânlarının sadece eserleri sergilemek değil, aynı zamanda ziyaretçilerin eserle güçlü bağ kurmasını sağlayacak şekilde kullanılmasının önemini gösterdi. Ayrıca, geniş kitlelere ulaşmak ve bağ kurmak zordur; çünkü onlara bu araçlar yeterince sunulmuyor. Teaspoon Projects olarak, duyulara hitap eden, deneyim odaklı sergiler yapıyoruz. İkinci sergimiz ise, daha küçük bir mekânda gerçekleşecek ve dilerlerse 15 dakikalık sessiz zaman dilimini rezerve ederek meditasyon yapabilecek, kitap okuyabilecek veya yazı yazabilecekler. Bu yaklaşım, topluluk ve samimiyet kavramının ne kadar kıymetli olduğunu gösterdi.
Soru: Küratörlük sürecinde karşılaştığınız yaratıcı zorluklar nelerdir?
Kalıcı bir mekâna sahip olmamak, avantajlar ve zorluklar getiriyor. Her yeni mekânın kendine has kuralları ve zorlukları oluyor; bazen mülk sahipleriyle anlaşmak güç olabiliyor. Sanatçılarla iletişim ise, sezgisel ve akıcı olduğu için genellikle kolaydır. Zorluklar lojistik ve planlama aşamasında ortaya çıkıyor, ancak esneklik ve yaratıcı çözümlerle üstesinden geliyoruz.
Soru: Farklı disiplinlerden sanatçılarla çalışmak projelerinize nasıl bir zenginlik katıyor?
Küratöryel pratiğim, günümüz insan deneyimine farklı bakışlar sunmaya dayanıyor. Bu, hem bedensel hem ruhsal katmanları içeren bir yaklaşım gerektiriyor. Sadece görsel sanatlar ile sınırlı kalmadan dokular, materyaller, zaman ve emek gibi unsurlara da önem veriyorum. Bu çeşitlilik, projelerimize derinlik ve özgünlük katıyor.
Soru: Bireysel ve kolektif anlatıları izleyiciye aktarırken nasıl bir yol izliyorsunuz?
Yaklaşımımız, hafıza ve anıların kişisel ve kolektif boyutlarına odaklanmak. Eylül ayında gerçekleşecek grup sergimizde, hafıza ve anıların döngüsel ve katmanlı yapısını vurguluyoruz. Nobel ödüllü yazar Annie Ernaux’nun autofiction yaklaşımından ilham alarak, video, fotoğraf ve heykel gibi farklı medya kullanıyoruz. Anıların, sadece lineer değil, üst üste binmiş ve döngüsel biçimde anlatıldığı bir yapıya sahip olduğunu gösteriyoruz. Bu sergide, ailemizden başlayıp, göç ve günlük yaşamın bilinmeyen bağlarını ortaya koyuyoruz.
Soru: Türk sanatçılarının uluslararası alanda daha görünür olması için ne gibi projeler planlıyorsunuz?
Örneğin, Eylül ayındaki sergimize iki Türk sanatçısının eserleri dahil olacak ve bir performans da gerçekleşecek. 2026’da İstanbul’da büyük bir sergi yapmayı hedefliyorum. Ayrıca, Lizbon ve New York gibi şehirlerde de projeler geliştirmeyi planlıyorum. Londra bağlantılarımı güçlendirerek, hem yerel hem de Türk sanatçıların öne çıkmasını sağlayacak sergiler organize edeceğim. Sınırlandırıcı değil, birleştirici ve kapsayıcı bir yaklaşımı benimsiyorum. Geçtiğimiz haftalarda, Londra’da yaşayan genç Türk sanatçıları ve Kıbrıslı, Meksikalı sanatçıları bir araya getirerek, yazı ve semboller üzerinden atölyeler düzenledik. Pişmaniye ikram ederek, kelimelerin kökeni ve tatlı dokusu üzerine sohbetler ettik. Çin’in Sichuan bölgesinden gelen bir katılımcı, pişmaniyenin çocukken tattığı bir tatlıyla benzerliğini paylaştı. Bu tür etkinlikler, farklı coğrafyalardan ve kültürlerden gelen sanatçıların bir araya gelerek, sınırları aşan bir diyalog kurmasını sağlıyor.
Soru: Sanatı bir “dönüştürücü güç” olarak görüyorsunuz. Bu güç üzerine kişisel gözlemleriniz nelerdir?
Sanat, insanın kendisini ve duygularını ifade etme biçiminde önemli bir araçtır. Bir anlamda, insanın zaafiyetlerini ortaya koyan ve onlara cesaretle bakmasını sağlayan bir “vulnerability”dır. Bu kelimenin tam Türkçe karşılığı zor olsa da, sanatın kendisi, korkmamayı, kendisiyle yüzleşmeyi ve duygularıyla barışmayı öğretir. Gündelik yaşamda kaçınılan bu zaafiyetler, sanat aracılığıyla kabul edilir ve güçlendirilir. Böylece, sanat, bireylerin ve toplumların dönüşümüne katkı sağlar, içsel güçlerini keşfetmelerine imkan tanır.















