Bedenlerimiz ve Glow-Up Kültürünün Gölgesinde Bir Gerçeklik Analizi

Giriş: Dijital Dünyada Beden Algımızın Şekillenişi
Uyanıyorum ve ilk iş olarak elimdeki telefonu alıp Instagram akışımı incelemeye başlıyorum. Karşıma çıkan görseller ve videolar arasında, cilt bakımı, wellness ipuçları ve birbirine oldukça benzeyen ideal bedenler akıyor: ince ve zayıf vücutlar, fit ve seksi görünümler… Uykunun etkisiyle bulanık olan gözlerim açılırken, bu sürekli dayatılan güzellik ve sağlık standartlarının, üzerimde yarattığı baskıyı derinlemesine fark ediyorum. Bu yazının konusu hassas ve kişisel; bedenlerimize toplumun ve medyanın dayattığı toksik normlar, ulaşılmaz güzellik algıları ve bizim bu standartlara uyum sağlama çabalarımızın altında yatan gerçek motivasyonlar üzerine odaklanacak. Bu noktada bilinçli bir uyarı yapmak gerek: Yazı, bedenlerimize dair yıkıcı ve sorgulamaya değer bir perspektif sunmayı amaçlamaktadır.

Son zamanlarda sosyal medyada sıkça karşılaştığımız “geri dönüş” tartışması, 90’ların heroin chic akımına benzer aşırı zayıf beden trendine yeniden mi dönüyoruz sorusunu gündeme getiriyor. Bu trend, sürdürülebilirliği ve gerçekçiliği sorgulanabilir, ulaşması güç ve sağlıksız rutinlerle şekillendirilen bedensel görünüm biçimlerini öne çıkarıyor. Gözüm ekrandaki görsellere takılıyor ve içimde bir ses: “Ne kadar da mükemmel bir beden” diyor. Ama aynaya bakıyorum ve orada bir eksiklik hissediyorum. Peki, nedir bu eksiklik? Kalınlaşmış bacaklar mı? Solgun ve donuk görünen cilt mi? Kendime yeniden bakıyorum ve fark ediyorum ki, aslında ihtiyaç duymadığım ama sürekli maruz kalmaktan dolayı zorunluymuş gibi hissettiğim ideal beden kalıplarıyla karşı karşıyayım. Enjeksiyonla şekillendirilmiş burun ucu, parıltılı ve yapay görünen cilt, sosyal medyanın filtreleriyle oluşturulmuş silüet… Tüm bunlar kimin kriterleri ve kim tarafından belirleniyor?
Herkesin bedeni kendine ait ve her birey özgürdür; kendi görünümünü belirleme hakkı herkesin. Ancak burada üzerinde durmak istediğim konu, “glow-up” kültürünün bedenleri nasıl birer pazarlama nesnesine dönüştürdüğüne ve bu dönüşüm sürecinin bizden ne gibi bedeller istediğine dair derin bir sorgulamadır.
Bedeni Kucaklama ve Normların Sorgulanması
“Beden olumlama” hareketi, son yıllarda görünürlük kazandı; farklı beden tiplerinin kabulü, “ideal” kavramının yıkılması ve aşırı zayıflığın sağlıklı veya seksi olmakla eşdeğer görülmemesi gibi önemli bilinçlendirmeler sağladı. Ancak, bu hareketin de sınırları ve objektifliği zaman zaman tartışmaya açılıyor. Günümüzde ise, aynı hareketin yerini “parlamak”, “sağlıklı görünmek” ve “doğal olmak” gibi kavramların maskesiyle, eski toksik normların yeniden hortlaması almış durumda. Artık sadece zayıf olmak yetmiyor; aynı zamanda seksi, canlı, fit ve doğallıkla ilişkilendirilen bir görünümde olmak gerekiyor. Glow-up kavramı, “ışıldamak”, “güzelleşmek”, “iyileşmek” anlamına geliyor ve temelinde bir dönüşüm vaadi barındırıyor. Ancak bu dönüşüm, yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda tüketime dayalı bir yaşam tarzını da beraberinde getiriyor. Peki, bu “fazlalık” ve “iyileşme” yolları neden sınırlı ve satılabilir? Neden sadece bir paket program veya birkaç adımlık rutinlerle bu çözümlere ulaşmak mümkün oluyor?

Burada asıl sorun, toplumun ve medyanın bizde yarattığı yetersizlik ve eksiklik duygusudur. Bu sorunlar, trendler ve çözümler aracılığıyla sürekli yeniden şekillendirilerek, bizleri bir tüketim döngüsüne sürüklüyor. Trendler sürekli değişiyor: kalın ve kıvrımlı bedenler bir dönem öne çıkarken, diğer yanda aşırı zayıf bedenler moda oluyor; sonra tekrar kıvrımlı, sonra da ince ve fit görünümler popüler hale geliyor. Bu sürekli değişen “ideal” standartlar, ulaşılmazlık ve tatminsizlik hissi yaratıyor, kendimizle barışmayı güçleştiriyor.
Bedenler Üzerinde Süregelen Savaş ve Toplumsal Algılar
Gündelik hayatımızda, bedenlerimiz adeta savaş alanına dönüşmüş durumda. 28 günlük “kum saati vücut challenge”ları, pilates ve fitness trendleri, yaz vücutları hedefleri… Tüm bu “savaş”ın ve yarışın ortasında, Barbara Kruger’in ikonik sözü aklıma geliyor: “Your body is a battleground.” Gerçekten de, bu görünmez savaşta bedenimiz hem hedef hem de savaşın muhatabı haline geliyor. Glow-up kültürünün temel mottosu ise: “Bedenini sev”. Ancak, bu sevgi nasıl bir sevgi? Sürekli bedenimizi yeniden şekillendirmek, ona karşı savaşmak ve onu sınamak değil mi bu?

Geçen yıl izlediğim The Substance filminde, Demi Moore’un gençlik ve güzellik arzusuyla kimyasal müdahaleler yapması ve bunun giderek kontrolü kaybettiren bir felakete dönüşmesi, bu durumu çok güçlü biçimde gözler önüne seriyor. Film, medyanın ve toplumun dayattığı görünüm kalıplarının ne denli yıkıcı olabileceğine dair çarpıcı bir eleştiri. Son sahnede, ışıldayan ve kusursuz görünen bedenin, adeta kanla yıkanmış ve tükenmiş haliyle ekranlara vurgulanması, bu savaşın ve dayatılan güzellik standartlarının ne kadar yıkıcı olabildiğinin somut bir göstergesi.
Bu anlatım sembolik bir anlatı olsa da, gündelik hayatın gerçekliği de oldukça acı ve sıradan. Sosyal medyada karşımıza çıkan “öncesi ve sonrası” görseller, estetik ve diyet rutinleri, her zaman ulaşılabilir ve gerçekçi olmayan çözümler olarak karşımıza çıkıyor. Kylie Jenner’ın meme estetiğiyle ilgili samimi paylaşımı ve ardından gelen binlerce taklit deneme, estetik işlemlerin bile algoritmik ve pazarlama odaklı hale geldiğinin göstergesi. Bu süreç, beden parçalarımıza odaklanıp, onları küçük ve ince hale getirmeye çalışmak, kapitalizmin sürdürülebilir olmayan ama kârlı döngüsünün bir parçası haline geliyor.
Bu durumun en acı tarafı ise, bu çözümlerin ekonomik ve duygusal açıdan erişilmesi güç ve dışlayıcı olmasıdır. Kendi bedenleriyle sürekli savaş halinde olan bireyler, beklentilere ulaşamadıklarında kendilerini yalnız ve yetersiz hissediyor. Parıltılı ekranların ardında ise, yorgun ve kendinden uzakleşmiş benlikler sessiz sedasız kendilerini gizliyorlar. Sosyal medya, uzmanlık gerektirmeyen, sadece takipçi sayısıyla otorite kazanan “doktor”, “uzman” ve “danışman”ların dolup taştığı bir alan haline dönüşmüş durumda. Bu algoritmik hız treninde, gerçek ve bilimsel bilgi yerine, popüler olan ve satılan çözümler tercih ediliyor.
Zamanla Değişen “İdeal” ve Toplumsal Algılar
Unutmamak gerekir ki, beden standartları tarih boyunca sürekli değişiyor. Rönesans döneminde dolgun bedenler zenginliğin ve refahın göstergesi olurken, 1950’lerde Monroe ve Barbie estetiği ince ve kıvrımlı bedenleri temsil ediyordu. 90’ların heroin chic akımı, aşırı zayıf ve solgun bedenleri moda haline getirirken, günümüzde “Kardashian” etkisi ve zengin kıvrımlar yeniden öne çıkmış durumda. Her on yılda bir değişen bu “ideal” görünüm, ulaşılması güç ve sürekli değişen normlar, kendimizle barışmayı neredeyse imkânsız hale getiriyor. Bu sürekli yarış, beden algımızı bozarken, kendimizle olan bağımızı da zayıflatıyor. Ayrıca, sosyal medya üzerinden başkalarının bedenleri ve görünüşleri hakkında yapılan yargılar, artık neredeyse bir hak ve özgüven meselesi haline geliyor. Oysa, herkesin kendine özgü ve kendine ait bir bedeni olduğu gerçeği unutuluyor.

Son olarak, yakın zamanda kaybettiğimiz Nihal Candan’ın hikayesi, bu tartışmanın ne kadar ciddi ve yıkıcı olabildiğine dair önemli bir örnektir. Anoreksiya nervoza nedeniyle hayatını kaybeden genç kadın, medyada ve sosyal medyada sürekli beden eleştirilerine maruz kalmış ve bu, onun ruh sağlığını olumsuz etkilemiştir. Bu trajedi, bize gösteriyor ki, bedenlerimiz, yaşamlarımız ve hayatlarımız, bu kadar kolay ve hızla tüketilmemeli. Bedenlerimiz, kendilerince yaşamayı hak eden, yaşayan ve duygu yüklü varlıklardır. Glow-up kültürü ise, bizden sürekli daha fazlasını isterken, elimizdeki güzellikleri ve özgünlükleri görmemize engel oluyor. O yüzden, durup düşünmek ve gerçekten “ışıldıyor” muyuz, yoksa yavaş yavaş “yanıyor” muyuz?”











